News & Reviews
Select Source

 

Aslı Erdoğan ve bir soru: ’Şimdi Biraz Konuşabilir miyiz?’

“Aslı’ya arkadaş olmak yetiyor mu?” diye sormuştuk.

Cevabı bugün bir kez daha açıktır: Yetmiyor.
Tutukluluğu süresince maruz kaldığımız Aslı Erdoğan’a laf söyletmeme tavrı tahliyesinden sonra da devam ediyor. Tabii buna şaşırmak olmaz. “Kör ölür badem gözlü olur” derler. Aslı Erdoğan’ı sahiplenen kesimin Yılmaz Erdoğan reflekslerini hatırlayalım. Yılmaz Erdoğan’ı şair yerine koyup, hakkında olumsuz tek kelime ettirmiyorlardı. Fakat banka reklamlarında boy gösterince, bir iki film setinde emekçilere ters tavırlarıyla konuşulunca ağzımızı açtırmayanların nezdinde düşmüştü şairliği. Bazı şeyleri ne yazık ki birileri açıktan suratımıza tükürmedikçe anlayamıyoruz.

Aslı Erdoğan bu kadar değil. Körün de Yılmaz Erdoğan’ın da yanında öper başımıza koyarız. Bu ayrı. Burada meselemiz Aslı Erdoğan’ın birden siyasi bir sembol haline gelmiş olup, yanı sıra “müthiş yazar” etiketiyle önümüze sunulması… Yani “sevenlerinin” onları; mağduriyetleri ya da kendilerine yakınlıkları vesilesiyle, olduklarından başka “bir şey” yapması.
Tutuklanmasının ardına Everest Yayınları bütün kitaplarını yeni bir kapak tasarımıyla raflara koydu. Kitapları yalnızca 1 ayda 2 baskı yaptı. Sular seller gibi “Aslı Erdoğan” okuyan bir okur kitlesi türedi. Bu kitle başımıza bekçi kesilip ağzımızı açtırmadı. Fakat yine olmadı. Olamaz.
Bu süreç düzenden umut bekleyen “solcu, sosyalist” akademisyenlerin, seçim dönemindeki HDP duyarlılığıyla çok benzeşiyor. HDP’ye oy vermeyen solcular tu kaka ilan edilmiş, ilanı verenler başlarına bekçi dikilmişlerdi. Kitle aynı kitle. Sonuç?  Yine olmadı. Olamaz.

Yanlış kuyu, yanlış taş!

Tutukluluğu sürecinde o güzel kapak tasarımlı Taş Bina ve Diğerleri’ni okudum. Kitaptaki öyküler, öykü kişileri, Aslı Erdoğan’ın “Taş Bina”sı, bütün bunları konuşup tartıştığımız insanlar ve Aslı’nın Arkadaşları yazı serisi kendi içinde tutarlı bir bütün oluşturuyor. Bir çember; dön dolaş aynı noktaya vardırıyor.
Biz bu çemberi ele alıp, o noktaya dokunmaya çalışalım.

Taş Bina ve Diğerleri’ndeki tüm öykülerine dair genel bir kaç bir şey söyleyip, Tahta Kuşlar öyküsü özelinde devam edelim.

Dilin ajitatif bir forma sokulması; bir problemi ya da yazarın derdini daha mı iyi ortaya koyuyor bilmiyorum ama kitaba hakim olan bu form “gerçeklik” duygusundan çıkarıyor okuru. Bir örnekle anlatmak gerekirse; okuyucuya sürekli ‘mendil satan çocuğu’ gösteriyor Aslı Erdoğan. O çocuğun neden mendil sattığını, bu durumun önünü arkasını göstermiyor. Bu da acıya içkin bir anlatı çıkarıyor ortaya. Yalnızca o çocuğa içimiz parçalanıyor, başını okşamak kadar bir şeyle kalıyoruz. Ne oluyor da; “o çocuk okula gitmek yerine mendil satmak durumunda kalıyor”, ne yapmalı ki; o çocuk mendil satmak durumunda kalmasın” ı düşünme kapıları açmıyor mesela. Bir direnci dahi anlattığında ajitatif dili kıskaca alıyor insanı.

Bir diğer mesele klişe cümleler. Tahta Kuşlar bir kenara, öykülerinde pek özgün bir şey sunmuyor. 50 yıl önceki sakız bugün de çiğneniyormuş hissiyatı uyandırıyor. Birkaç örnek vermek gerekirse; “bembeyaz dünya”, “dipsiz bir çığlık”, “dipsiz bir sessizlik”, “amansız yel”, “bir ipliğin sökülmesiyle sökülen kazak”, “ağırlaşmışcasına öne düşen baş”… Yaşama dair umudu; “bembeyaz bir dünya” ifadesiyle okumaktan sıkılmadık mı? Dönemlere damgasını vuran yazarlar ya da “dönem” dememize sebep olan yazarlar en çok da “yeni”ye büyük büyük kapılar açtıkları, bir ilerlemeye karşılık geldikleri için sivrilmiyorlar mı? Daha geniş bir ifadeyle; dilde, içerikte, üslupta ilericiliği temsil ettikleri için yani. 50 yıl öncenin sakızıyla işleri olmaz onların. Aslı Erdoğan öykücülüğünü buralardan anlamak zor. Yani onu ‘büyük öykücü’ yapan nedir? Kitaplarının birkaç dile çevrilmiş olması mı? Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’nde görev yapmış ilk Türk kadın fizikçi olması mı? Tabii ya!

Adından da anlaşılacağı gibi “Taş bina” metaforunu yoğun kullanıyor kitapta. Ve bu bütünlük oldukça güzel. Fakat “taş”tan bile direnç çıkamıyor. Bir kibrit çaksa halbuki…
Gelelim Tahta Kuşlar’a...

Tahta Kuşlar’ın ardına kitabı elimden uzunca bıraktım. Öykünün sesini dinlemek için mi bastırmak için mi ayırt etmek zor. Atmosferi oldukça ağır bir öykü. Klişe cümlelere pek yer yok. Gerçek—gerçeküstü denklemi çok güzel kurulmuş. Fakat kadına dair iç açıcı tek şeyin cinsel çağrışımlarla sunulması, kadınların geçmişleri, hastalıkları ve bugünleri arasına hop diye memelerinin girmesi… Her bakımdan ağır darbeler yemiş kadınların bu sahnede varlığı. Oturmuyor.

“Kadın sorunu” bir eserde ele alınırken “pozitif ayrımcılık” yapıldığında gerçekliğinden soyunduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı Kadınlar Günü eylemlerinde; “Erkekler korteje girmesin” çağrısı kadar oturmuyor. Olmuyor. Öyküde kadın meselesini, kadınlara dair sorunları, kadınlara on bin darbe vurarak anlatmış. Kadın hem verem hastası hem bir dönem siyasi tutuklu olmuş hem kocasından çok çekmiş, hem hem hem hem… Yani “çok ağır bir sorun” bu diyebilmek için kadınların canına okumuş Erdoğan. Sonunda genç erkeklere bedenlerini sergileterek de noktayı koymuş.
Gerçekten kopmadığı, öykü kişisine ağır yükler yüklemediği durumda da gerçeği gösterip, bizi bununla yere düşürüp üstümüze toprak atıyor. Gerçeğin karşısına bir şey koysa, gerçeğin içinden tutunacak bir dal uzatsa yere düşmeyeceğiz. Bir ışık yaksa…

İmkanlara perde çekiyor gibi.

Bütün bunlar Aslı Erdoğan’ın sol ile ilişkisinden bağımsız değil tabii. Aslı’nın Arkadaşları’nın Aslı Erdoğan ve sol ile ilişkisinden de bağımsız değil. Tutukluluğunun ardına türeyen okur kitlesinin yine her iki kolla ilişkisinden hiç bağımsız değil. Ülkede bayrak edilmiş bir dolu “kritik” probleme dokunmak marifet sayılıyor.
İçinden bir türlü çıkılamayan bir denklem var ortada; marifet o bayrağı taşımakta değil! O bayrağı nasıl taşıdığımız marifet. Nasıl taşıdığımız dert olmayınca, buralardan poz kesmek dışında bir şey çıkmıyor.

Mesela Aslı Erdoğan; imzalarla, yazı serileriyle, nöbetlerle tahliye olmadı. İstediler aldılar. İstediler bıraktılar. Bu bu kadar net. Ortada bir mücadele örneği yok. Arkadaş olundu, adına ödüller verildi. Etkisiz. Cılız. “Sol” adına kendinden bunca söz ettirmiş bir yazar için yapıp yapılabilen buydu.

Aslı Erdoğan ne yaptı peki? Deutsche Welle’e, “Yardımınıza ve desteğinize ihtiyacımız var” temalı bir mektup yazdı. Tahliyesinden sonra Hürriyet Gazetesi’nden Ayşe Arman’a röportaj verdi. Röportaj’dan bir bölümde şöyle diyor: ”’Direnmek, dayanmak, şudur budur’ gibi sözcükleri hiç sevmezdim. Tamam yazılarda filan dayanışırsın, direnirsin ama gerçek hayatta böyle şeylere çok mesafeli bakardım.”

İşte çember. İşte varılan nokta.
Yazılarda dayanışan bir yazarla, yazılarda dayanışıldı. Etle kemikle bir dayanışmaya, direnmeye konulan mesafe, bugün hepimizin hayatını devlet tekeline aldıran yegane şeylerden biri, unutmayalım. Bu mesafeyi anlamak için Ayşe Arman ile yaptığı, “Ayy inanmıyorum”lu röportajı okumamız gerekmiyordu. Öyküleri yeterli.

Bakın ne diyor Eagleton: “Edebiyat yapıtları gizemli bir biçimde gökten inmezler ya da basit bir biçimde yazarlarının psikolojisiyle açıklanamazlar… Dünyayı görmenin egemen biçimiyle ilişkisi vardır.”

Dünyayı görmenin egemen biçimine hapsolmadan, etle kemikle direnmeye olan inadı kırmanın, aramızdaki mesafeyi kaldırmanın zamanıdır. 
 

9.1.2017
Sol, Merve Üzel


 

News&Reviews Biography Books Photos About     Contact Home Page
Design by medyanomi