|
Köşe Yazıları |
|
Gerçeğin ufku/ / 9.4.2011 |
Zor. Bir kez daha, şimdi, böylece söze girmek... Bir daha denemek. Bunca kayıptan, yıkımdan, suskunluktan sonra... Bunca yalanından sonra ölümün ve hayatın. Geç kalmış bir çiçeklenmeyi başarırcasına, upuzun, kurak, acılı bir mevsimin ortasında... Burada, bir çadıra girercesine girdiğim kendi gecemde, cılız ışığında bir lambanın... Büyük, boş, beyaz kağıtların, ağzına dek dolu küllüklerin arasında, uçsuz bucaksız sözcükler mezarlığında, bir daha başlamak. Bütün cesaretini toplayıp ben diyerek söze girmek, benle senin ortasından seslenmeyi denemek. Kanayan bir yaranın tam ortasından...
Zor bir yazı olacak, diyordum kendime, belki bir haftadır. Zor sözcüğü pek çok duyguyu, acıyı ve umudu üstlendi şimdilik. Pek çok sözcüğü olduğu kadar suskunluğu da, pek çok dünü olduğu kadar yarını da... Tam bir haftadır bu yazıya hazırlanıyordum, gazeteleri tarıyor, haberleri, yorumları saklıyor, eski yazılarımı yağmalıyor, Kürt Medyasının 20 Yılından notlar çıkarıyor, var gücümle esaslı bir giriş yazısına hazırlanıyordum. (98—2000 yılları arasında, Radikaldeki yazılarım sık sık Basından sayfasında yayınlanırdı, Ülkede Gündem ya da Özgür Bakış gazetesinin. Gazeteye açılan dava sayısını titizlikle takip eder, yazılarımı kesip saklardım. Yazım seçilmemişse biraz alınırdım!) Haftalardır, bana yabancı bir aidiyet duygusuyla, her fırsatta gazeteye geliyor, her seferinde dördüncü katta, fotoğraflarla dolu duvarın önünde duruyorum. Durmam gereken yerde... Burada, adına yeniden kavuşan Özgür Gündemde, duvarların belleği yıllarca ölüme çalışmış sanki. Belki ilk günün son sayfasını boydan boya kaplayan, Musa Anterle başlayıp Siraç Pençeye uzanan 71 isimli listeydi kalemimi felç eden. Belki aynı gün yayımlanan, Apê Musanın 92 tarihli yazısı. Belki de o kısacık türküydü yazıya olan inancımı, defalarca öldürücü darbeler yemiş inancımı sorgulatan, beni yetersizlik, suçluluk duygularıyla dolduran... Sözcüklere doğru değil de suskunluğun kıyılarına sürükleyen... Zor, dedim kendime, zor. Kanla, ölümle, yasla kuşatılmışken sözcüklere tutunmak... Gerçek demek, hakikat demek, adalet demek... Israrla kendi sesini ararken ötekinin acısına açılabilmek, kendi acınla başa çıkamazken, başka sesleri işitebilmek, sözcüklendirebilmek... Ben derken sen, biz diyebilmek.
98 ya da 99 yılında, bir yazımdan dolayı ilk kez tehdit edildiğimde anlamamıştım bile! Bunun bir tehdit, elbet incelikli, üsluplu, orantılı bir tehdit olduğunu anlayabilmem için, aynı saatte, aynı ses tonuyla yinelenmesi gerekmişti. De te Fabula Narraturdu yazımın başlığı: Anlatılan Senin Hikayendir. Korucu tecavüzüne uğramış çocuk yaştaki kızlarla ilgili altı haber bulabilmiş, yer darlığından ötürü üçünü seçmiştim. Hikayesini yazdığım, sağ kalan, canlı kalan gencecik kızlardan biriyle İstanbulda tanışmıştık sonraları. Neredeyse hiç konuşmadan, karşılıklı çaylarımızı içmiştik. Birbirimizin önünde ağlamadan... Geçen hafta, gazetenin önündeki kaldırımda kıpırdamadan duran martıyı görünce, nedense o yazıyı, o sessizliği hatırladım. (Gelecek uzun sürecek, diye yazmıştım, köşe yazarı bilgiçliğiyle.) Sanırım yaralıydı martı, insanlara alışkındı, bir şeyler anlatmak istercesine gagasını bana uzattı. Belki çocukluğunu anlatacaktı. Yıllar geçse de, galiba hala acemisiyim hayatın, hala anlayamıyorum. Tecavüzü ve cinayeti, faili ve kurbanı iktidarın tanımladığını biliyorum bilmesine de...
Gün doğmuş bile. Sözcüklerden çok sessizliklerden, anlatılan kadar susulandan kurulmuş bu yazı, hayata çarpıp dururken, o kendi yolculuğuna koyulmuş bile. Gerçeğin bir ufku vardır. Geçmişi yalnızca geçmiş, ölüleri yalnızca ölü olmaktan kurtaran bir ufku vardır gerçeğin... Eski bir cümlemle bitireyim, ya da başlayayım: Çatılardan havalanan bir güvercin daireler çiziyor, var gücüyle karşı kıyıya, geceyle günün sınırına kanat açıyor, geç kalmışçasına... Gagasında gelecek ülkesinden bir zeytin dalı taşıyor.
|
|
|