News & Reviews
Select Source

 

Kırmızı Pelerinli Kent: Oryantalist ve Kolonyalist Bakış’

Aslı Erdoğan Kırmızı Pelerinli Kent’te çok tanıdık bir anlatı sunuyor. Yazma süreci, yazılan roman ve gerçek hayatın paralel olarak aktığı, bir yazma—yaşama anlatısı. Bunu da yine çok tanıdık bir karakter türü üzerinden yapıyor. Başka bir şehre, başka bir âleme gidip, orada ‘hayatının romanını’ yazmaya çalışan ve bu esnada da ‘benliğini’ ve ‘hayatı’ keşfetmeye yeltenen liminal bir karakter.

Bunlar modern edebiyatta kullanılan alışıldık, konvansiyonel yöntemler. Ben burada bu yöntemlerden değil, şimdiye dek yazılan eleştirilerde ıskalanmış bir noktadan bahsedeceğim: Aslı Erdoğan’ın bu yöntemleri kullanış biçimine, bakışına ve diline bulaşmış olan ‘kolonyalist’ ya da ‘oryantalist’ bakış.
Kitaptaki hikâye bu bakışa yakalanmak için uygun bir zemin sunuyor. Romandaki yazar—kahraman Özgür, İstanbul ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerindeki korunaklı burjuva hayatının bunaltıcılığından kaçıp, yaşamın daha çıplak ve daha uç noktalarda yaşandığı bir başka aleme, Rio’ya gider. (Tabii ki Rio ‘şarkta’ değil, bu yüzden kelimenin gerçek anlamıyla bir ‘oryantalizm’ değil, daha çok bir tavır ve bakış olarak oryantalizmden bahsediyorum.) ‘Bilgeliğin yolu aşırılıktan geçer’ şiarıyla hareket eden Özgür, hayat ve ölüme bir anlam vermek için roman yazma niyetindedir. Bu varoluşsal ehemmiyeti yüksek romanı yazmak için geçmişinden kurtularak, göçebeleşmesi, gezgin ruhunu ortaya çıkarması, hayatın dip ve uç noktalarını görebilmesi gerekmiştir. Bu dip ve uç noktaları da Rio’da bulur. Özgür’ün kitaba adını veren ‘Kırmızı Pelerinli Kent’idir Rio. Hem bir cehennem hem de cazibesiyle büyüleyen ‘bambaşka’ bir diyardır. Sokaklardaki şiddet ve hedonizm dalgaları onu hem irkiltir hem de karşı konulmaz bir şekilde kendine çeker. Yabancı, muhtemelen egzotik ve ‘tehli’ bir yerde kendi zıddını bulup, bu zıtlık üzerinden kendini kurgulama meselesi, insan aklına Batı edebiyatındaki oryantalist söylemi getiriyor.

Edward Said oryantalizm meselesini Doğu’yu metalaştıran, bir nevi baharat gibi kullanan ve aslında kendi ‘doğu’ fikirlerini doğu üzerine dayatan Avrupalıların Avrupa—merkezci bakışını ifşa etmek için ele almış ve dünyaya, masum gibi görünen bu egzotik merakın ciddi bir ötekileştirme ve temsil sorunu doğurduğunu göstermişti. Nasıl mı? Batılı edebi kurgularda, resimlerde ve vakayınivüslerde Doğu hep tehli, cazip, tehditkar, gizemli ve olağanüstü bir yerdir. Batı’nın bakışıyla oraya turistik bir yolculuk yapılır, tepeden bakan, mesafeli bir yolculuk. Oraların hikâyesini yazan Batılı yazar aslında oraları değil, havsalasındaki stereotipleri yazarlar. Organik, gerçekten yaşayan insanlar yerine, iki boyutlu, safi teh ya da cazibe unsuru olan insanlar karşımıza çıkar. Bu tabii ki Avrupalı antropologların da bakışını belirler. Müzeye konulacak, incelenecek, garip yaratıklar görürler karşılarında. O kültüre duydukları ‘hayranlığın’ altında sinsi ve meşum bir ötekileştirme mekanizması yatar. Kendini merkeze koyan Avrupalı bakışı ‘tuhaf’ yaratıklar olarak diğerlerini inceler vesaire… Sonuçta da ortaya o insanların hikayelerinden ziyade Batılı bakışın dayattığı hikayeler ve hazır kalıplar çıkar.

Kırmızı Pelerinli Kent’in sunduğu Rio anlatısı da işte bu sinsi ve tehli mekanizmadan müstarip. Rio’nun ve kendi ‘benlik’ sorgusunun hikayesini anlatan Özgür’ün bakışı, Rio’yu ve orada yaşayanları hep aynı temsil şemasına sıkıştırıyor. Tehli, cazip, anlaşılmaz, romantik, karmaşık vesaire. Bu hazır sıfatlarla hareket eden Özgür, geride bıraktığı İstanbul’u ve diğer Avrupa şehirlerini “birinci dünya,” Brezilya’yı ise “üçüncü dünya” hikâyesi gibi kodluyor. Merkez ve periferi ikiliği böylece romanın tonunu ele geçirip, kolonyalist bir bakışa zemin hazırlıyor. Roman bu kolonyalist bakışı daha ilk sayfada ele veriyor. Burjuva sterilliğinden bıkmış bir eski İstanbullu olan Özgür, dünyanın ‘pisliğinin’, arzu ve şiddetin mekanı olarak gördüğü Rio’da özgürleştirici bir yolculuğa çıkma iddiasında. Okurlara da şöyle sesleniyor: “Az sonra Rio sokaklarına çıkacaksınız. Korkunçluğunu her an duyuran bir varlığın ok menzilinde bir yolculuk olacak bu, ölümün kötü kokulu soluğu sürekli yüzünüzde; karanlık ve sapkınlık bir bakış hep sırtınızda.” Okuru adeta bir korku tüneline davet eden bu girizgahta başkalarının acısına bakmak ve onları anlamak yerine başkalarının acısını kendi lunaparkına dönüştüren ‘kolonyalist’ bakışın sinsi sinsi sırıttığını görmek için büyütece falan gerek yok sanırım. Bu bakışın bir diğer sıkıntısı da bize önce hikâyeyi değil, hikayenin yorumlanacağı gözlükleri sunması. Ve bu gözlükler Rio’nun gerçeklerine bakan değil, kendi ‘serserileşme’ projesi için Rio’yu bir fon gibi kullanan bir anlatıcının gözlükleri.

Özgür bir yandan romanını yazarken —roman italiklerle verilen kısımlar— bir dış anlatıcı da Özgür’ün romanı yazma sürecini anlatıyor. Anlatıcının sunduğu Özgür bir yandan kendi seçtiği özgürlük ve dönüşüm ‘macerasını’ bilinçli bir şekilde seçtiğini söyleyen ama bir yandan da bu tehler diyarından –tıpkı Amazon ormanlarına giden Avrupalı bir burjuva karakter gibi— rahatsız olan bir karakter. Kitabını yazmak için Rio’nun özellikle tehli olan bir bölgesinde yaşamayı seçen Özgür’ün daha kitabın başında duyduğu silah seslerinden ‘irkilmesi’ ve bunlara ‘rağmen’ Rio’da kalmayı tercih etmesi pek masumca değil. “Yeter artık yeter! Dayanamıyorum! Tanrım son ver artık bu işkenceye!” diye yakınan ve Rio’dan ayrılmayı da düşünmeyen, kendi istediği bir cehennemden yarı romantize bir mazoşizmle yakınan bir karakterin sahihliğine de inanmak çok zor. Özgür sanki tuhaf bir dünyaya sürgün gönderilmiş, türlü kabuslarla boğuşan bir Kafka karakteri gibi davranırken aslında kendi kurgusunu bu ‘tuhaf’ diyara dayatmış oluyor. Böylece de Rio ve Rio’lular, Özgür’ün kendi korkuları, hezeyanları, heyecanları vs. için kullandığı bir arkafona dönüşüyor. Karşılaştığı insanlar hep bir uç noktayı, bir tehyi, tuhaflığı ve bilinmeyeni temsil ediyor. (Tıpkı Conrad’ın oryantalist, yer yer de ırkçı bakışıyla ün salmış Karanlığı Yüreği’nde ‘anlattığı’ Kongolular gibi.) Kitaptaki portreye göre Rio öyle bir yerdir ki hiç kimse ‘normal’ değildir; topyekün bir ötekileştirme ve öcüleştirmenin uzun kolları her yeri kaplıyor. Özgür’ün karşılaştığı ‘ürkütücü’ insan manzaralarında garip bir cazibe ve özgürleşme potansiyeli bulması da, kendi güvenli sularından sıkılmış Avrupalı ya da Amerikalıların ‘asil vahşi’ mitine sığınmalarına benziyor aslında.

Özgür’ün çıktığı varoluşsal yolculuğu anlatıcının tamamen idealize ve romantize etme çabası da kitabı iki boyutlu bir hale getiriyor. Ara damarlarda derinleşmek, muğlaklaşmak ve sahihleşmek yerine, hazır kalıplarla uç noktaya fırlama eğilimdeki tasvirlere bir örnek: “Hayata kafa tutan kız çocuğu ‘dünyanın en tehli’ kentini seçerken insanoğlunun karanlıklarına bakmak istemişti yalnızca. Güvenli bir uzaklıktan bakmak… Oysa yüzünü döndüğü cehennemde saçları alev alev tutuştu.” İstanbul’dan Rio’ya giden Özgür’ün bu koşullanmış bakışı, Rio klişesine dair algısı roman boyunca keşke dönüşümlerden geçse ya da kırılmalara uğrasa diye bekliyor insan. Ama öyle olmuyor. Sonu başından belli mutlakiyetçi bir projeyi takip eden Özgür –ve anlatıcı ses— karşılaştığı insan hikayelerinin onu dönüştürmesine izin vermek yerine, kafasında hep aynı hikayeleri onlara dayatıyor gibi. Dayatmacı, mutlak, ötekileştirici, benmerkezci ve dolayısıyla da ‘kolonyalist’ bir bakış bu.

Bu bakışı daha da kuvvetlendiren kıyaslamalar ise ‘siyaseten doğruluk’ sınırlarını son raddeye kadar zorluyor. Rio ‘cehennemi’nden yakındığı pasajlardan birinde İstanbul ve yuva romantizmine kapılan Özgür, Rio’yu bütün kötülük ve nahoşlukların timsaline çevirirken, İstanbul’dan bir nevi ‘güvenli steril’ bölge diye bahsediyor. Misal: “Sürekli arkama bakıp çantama sıkı sıkı yapışmadan, her an başıma dayanacak bir tabancanın korkusunu duymadan, canımın çektiğince yürümeyi özlüyorum.” Özgür’ün İstanbul’un ‘tehli’ bölgelerinden bihaber olmasını, İstanbul’u topyekün bir güvenlik kenti gibi sunmasını, egzotik bir yolculuğa çıktığı Rio’da da, niyeyse, hep tehli bölgelerde dolaşırken, o tehden de nefret etmesini nasıl açıklayabiliriz? Hindistan’a giden bir Britanyalı’nın bakışına eşdeğer değil mi bu? O kanı kaynayan erotik ve egzotik insanlar içinde bir süre bir vecd haline kapılmak ama sonra da o ‘vahşi’lerden yakınmak, uygarlığın steril kollarına geri koşmak, tam bir oryantalist söylem değil mi?

Özgür’ün Rio’ya yüklediği erotik anlam da biraz sorunlu. Rio’daki tehli atmosferden yakınırken, serbest arzu akışları vesaireden son derece etkilenen bir ‘kadın’ olarak yine bir inandırıcılık ve sahihlik sorunu yaşıyor. “Bunlara karşın elime geçirdiklerim de var,” diyor. “Bunlar”la kast ettiği şey o tehli dünya. “Eline geçirdikleri” ise serbest bir cinsel yaşamın hazları. “Arzuladığım her erkekle sevişebiliyorum. En pespaye tutkularımı tıka basa doyurmama izin var burada.” Bu tasvirin İstanbul’u bir cinsel özgürlük diyarı olarak gören bir Avrupalı turistin ya da daha da kötüsü, Uzakdoğu ülkelerini seks turizmi için kullanan bir Avrupalı erkeğin bakışından pek bir farkı yok aslında. Aslı Erdoğan burada ‘feminist’ bir açıdan cinsel özgürleşmeyi savunur gibi gözükürken, aslında eril kodlara yenik düşüyor. Özgür’ü çelişkili ve bocalayan bir karakter olarak sunsaydı, onun bakışını sorgulasaydı iyi ve müdahil bir roman çıkartabilirdi. Mesela şunu sordurtabilirdi Özgür’e: acaba Rio’daki ‘kadınlar’ böyle bir cinsel fantezi dünyasının sefasını sürebiliyorlar mı? Yoksa bu oraya gelen ‘yabancılara’ sunulan turistik bir kaçış mı? Ve bir soru daha; yazarın bu turistik kaçış olanağını ‘sömürmek’ yerine sorunsallaştırması gerekmez mi?

Rio’ya bakmak, biraz tarihini bilmek, mevcut hali mutlak ve metafizik kabul etmeyip, bu hale yol açan tarihsel ve ekonomik sebepleri deşelemek yerine, sonuçları romantize etmek kitabı desteksiz bir zeminde havada asılı bırakıyor. Kitapta dış ses anlatıcının da Özgür gibi tarihsel bir şuurdan yoksun olması ve onunla aynı düzlemde ilerlemesi, kitaptaki derinleşme olasılıklarını ortadan kaldırıp, her şeyi Özgür’ün benmerkezci çerçevesine hapsediyor. Dış ses anlatıcı eğer bir sorgulama ya da ironi kaynağı olmayacaksa, onun varlığına gerçekten ihtiyaç var mıdır, diye bir soru da geliyor insanın aklına.
Rio’yu tanımlamak için kullanılan ‘dünyanın en güzel şehri,’ ya da ‘çılgınlıklar ülkesi’ gibi ifadeler de sorgulayan, yorumlayan ve delici bir bakışa değil, bir turist rehberi bakışına işaret ediyor. Anlatıcı çoğu zaman, kitapta yer yer yakındığı bu ‘turistik’ sesin tuzağına düşürüyor. Kitaptaki ses methiyede ne kadar mesnetsizse, yergide de bir o kadar fütursuz davranıyor. Özgür’ün serserileşme projesinde iyiden iyiye dönüşüp, ‘garipleştiğini’ bize anlatmaya çalışan ses, bir yerde şöyle diyor: “Üstelik iyice kapıp koyvermişti kendini, uyarılara kulak asmamış, menenjitten AIDS’e kadar her türlü salgının kol gezdiği semtlerde, sidik kokulu büfelerde yiyip içmiş, defalarca amip enfeksiyonları, bağırsak parazitleri kapmıştı.” Batılıların Hindistan ya da Ortadoğu’ya dair anlatılarında görülen bu ‘öcüleştirici’ bakışın siyaseten yanlışlığı bir yana, AIDS’in semtlerde kol gezen ve büfelerden bulaşabilecek bir salgın olarak anlatılması da takdire şayan.

Edebiyatçının işi elbette eleştirel bir toplumsal tarih çözümlemesi yazmak, bir şehrin ya da ülkenin sosyopolitik haritasını çıkarmak değil. Böyle bir misyon yüklemeye çalışmıyorum. Ama ‘malzeme’ olarak bir şehir ve oradaki insanların yaşam biçimi seçiliyorsa, o şehrin tarihine ve o insanların gözünün içine daha iyi bakmak gerekir. Ve genellemelerden kaçınmak. Kitabın sonlarına doğru Rio’ya dair genellemelerin yerini bir paragrafta Breziya’ya dair bir genelleme alıyor. Şöyle: “Brezilya’nın, o lanetlenmiş, kevgire çevrilmiş koca ülkenin kan sıçramamış tek fotoğrafıydı Eli. Upuzun bir listenin üzerine nefret dolu bir çarpı atmasını engelleyen tek isim.” Burada, anlatıcı Özgür’ün bakışını anlatıyor. Böyle kibirli, üstten bakan bir bakış, Brezilyalıları ‘vahşiler’ olarak gruplayan ‘sömürgecilerinkinden’ farklı mıdır acaba? Bu yargıya varan kişinin Brezilya’daki o upuzun isim listesinin –ki listeden değil, insanlardan, gerçek insanlardan bahsediyoruz— içini dışını, her şeyini bilmesi gerekmez mi? Bilmediği, tanımadığı, bakışının değmemiş olabileceği insanların varlığını inkar eden bu neredeyse solipsist bakış da, evrenselleştirici Tanrı—yazardan tutun da sömürgeci bakışa kadar birçok müsibetin müsebbibi sayılabilir.

Kitabın başında kitaba övgü mahiyetinde bir alıntı var: “Joyce ve Dublin, Kafka ile Prag nasıl birbirinden ayrılmazsa, Aslı Erdoğan ve Rio da birbirine aynı kopmaz bağlarlar bağlanacak.” Bu ‘övgü’ aslında kitabın temel handikabına işaret ediyor. Dublinli Joyce ve Praglı Kafka ile Rio’ya bir yabancı olarak gitmiş birini denk tutmak, yazara böyle bir önem atfetmek çok yersiz, hatta küstahça değil mi? Bu ünvana aslında Rio’yu çok yakınen tanıyan bir yazarın mazhar kılınması gerekmez mi? Nietzsche, Pinget, Derrida gibi Batılı yazarlardan alıntılar yaparak, Rio’yu kendi bakışına hapseden bir yazarın Rio’yu gerçekten anlatması mümkün müdür? Ya da kitabın ismine referansla soralım: Rio’ya giydirilen kırmızı pelerin hakikaten Rio’ya uyar mı?

Şunu da belirtmek lazım ki bu bir fikir / düşünce romanı. Kitabın geneline bir varoluş sorgusu hakim. Özgür kendini, hayatı ve ölümü anlamlandırma çabası içersinde. Fakat Nietzsche’den alıntı yapılan ve hayat, ölüm, benlik gibi mevzular üzerine felsefi bir soruşturma olma iddiasını taşıyan kitaba daha ziyade anakronik, Nietzsche—öncesi, belki Descartes’çı denebilecek özcü bir ‘varlık’ ve ‘benlik’ algısı hakim. Kitapta sık sık geçen ‘kendi benliğini buldu,’ ‘kendi iç dünyasına kapandı’ gibi yargılar aslında felsefede en azından Nietzsche’den beri çok sorunsallaştırılmış ve tehli olduğuna işaret edilmiş şeyler. Tehli çünkü mutlak bir ben anlayışı, dünyaya dair mutlakiyetçi bir bakışı doğurabiliyor. Kitapta benliği sorunsallaştıran felsefi damarlarda derinleşmiş birinin sesini duyamıyoruz. Zayıf bir felsefi temel üzerine felsefi bir sorgulama anlatısı kurmak da kitabın bir diğer handikapı.

Kitabı okurken aklıma sık sık Tezer Özlü geldi. Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta Tezer’in benzer saiklerler çıktığı yolculuk, Aslı Erdoğan’ın sunduğu yolculuktan çok daha sahih duruyor. Çünkü Tezer kategorileri, yaşam biçimlerini sorunsallaştıran bir bakışa sahip. Benlik denilen şeyin ne kadar kaygan bir kategori olduğunu, nasıl havada asılı durduğunu hissedebiliyor insan Tezer’i okurken. Tezer dünyaya da kendisine de şüpheyle bakıyor. Karşılaştığı hikayeleri dinleyip, sorguluyor ve bunları yaparken de kendini mutlak bir merkez addetmiyor. Benlik algısı da Descartes’tan değil, Nietzsche’den ve Foucault’dan besleniyor. Anlattığı ‘şehir’ hikâyelerini de genellemelerle değil, kılcal damarlarla şekillendiriyor. Aslı Erdoğan’ın karakteri ise kendini mutlak bir merkez sayarak (Descartesçı bir bakış) ürkek, mesafeli ve kibirli bir bakışı muhafaza ediyor. Bu da onun Rio’yu detaylarıyla, kılcal damarlarda dolaşarak görme ve anlatma şansını ortadan kaldırıyor. Bu yüzden de Özgür’ün ‘roman’ı edebi soslu bir seyahat defteri olmaktan öteye geçemiyor. Ayrıca, Tezer Özlü’nün aksine ‘kadınlık’ kategorisini de sorgulamayışı, kadınlığın payına düşen iki uç kutup –ya arzudan muaf bir koza ya da arzu patlaması bir kelebek— arasında gidip gelmesi, üçüncü bir seçeneğe işaret etmeyişi de Özgür’ün hikayesini etkileyici ve sahih olmaktan uzaklaştırıyor.

Özgür’ün Rio’lu kadınlara dair tasvirlerine mevcut algı ezberini hiç bozmayan genellemeler hakim. Özgür bir bölümde uzun uzun ‘melez kadınlar’dan bahsediyor. İsmini vermediği, belki de bilmediği varlıklar karşısında ‘melez kadın’ kategorisini kullanmaya devam etmesi bile melez kadın kodlamasını yeniden üretmeye yetebilir ama Özgür bununla da kalmıyor. Hepsini aynı ontolojik duruma hapsettiği ‘kadınlar’ın hayatlarına dair de gerçekliği şüpheli genellemeler yapıyor. Mesela: “Tek odada üç kuşak büyüdüklerinden cinselliklerinde utanma sıkılma tanımazlar. Daha on beşini çıkarmadan aşk gecesi yadigarı bir bebekle baş başa kaldıklarında ne kin tutarlar ne de yas.” Kesin bir tonla sunulan bu bilgiye nereden ulaşılmıştır acaba? Tek tek bütün ‘melezler’le görüşülmüş müdür? Erkek bakışının istediği ‘melez kadın’ modelini onaylayan bu ‘cinsel gevşeklik’ ve ‘tavırsız tepkisizlik’ bileşkesini bozan kadınlar hiç mi yoktur Rio’da? Rio’daki ‘melez kadın’ın bu hale kölelik geçmişi mirasından, ‘plantasyonlar’dan alışık olduğuna dair ima da, kadınları birer kader kurbanı gibi gösterip, aciz bir temsile hapsetmekten başka bir işe yaramıyor.

Kitabın sonunda Özgür’ün bir ‘melez kadın’ tarafından soyulmak üzereyken ölmesi de kitabın Rio’ya ve Rio’nun kadınlarına getirdiği oryantalist bakışı taçlandırıyor. Sahne şöyle: Özgür’ün karşısında aniden bir melez çıkıp, boğazını kesmekle tehdit ederek çantasını ister. Burada anlatıcı soyguncu kızı aynen şöyle tanımlıyor: “Aşırı kısa, etine dolgun bir melezdi karşısındaki genç kız.” Uzun boylu beyaz bir ‘kadın’ olarak Özgür’le kıyaslama içeren bu gizli yergiyi es geçerek devam ediyorum: Özgür bu ‘melez kadın’ın ona soyulacak bir turist olarak görmesine içerler ve anlatıcı onun kafa sesini şöyle aktarır; “Kuş beyinli, inek memeli yeniyetme onu turist sanıyor… sokak insanlarının yandaşı olduğunu, kurbanların, ezilenlerin sözcülüğünü üstlendiğini nasıl anlamazdı! O bir turist değil, yersiz yurtsuz bir göçmendi.” Burada kullanılan eril, hakaretamiz dil bir yana, Özgür’e yüklenen ‘garip bir diyara düşmüş, anlaşılmayan, mağrur ve trajik kahraman’ halesi de onu ‘melez yerli’ karşısında üstün bir konuma koyuyor.

Özgür sonra ‘melez kadın’la konuşmaya, yersiz yurtsuz bir göçmen olduğunu anlatmaya karar veriyor. Bu esnada eliyle çantasını yoklarken, romanını fark ediyor ve bir an için kurduğu tek—yönlü iletişim kanalının farkına varır gibi oluyor. Kırmızı Pelerinli Kent’i, yazdığı romanı “dünyayla arasındaki tek—sesli diyalog” diye tanımlıyor. Rio’yu dinlememiş, etrafıyla diyalog kurmamış, benmerkezci bir monologla yetinmiştir. Nihayet bunu anlıyor. Fakat bunu kendine ve bakışına getirdiği bir eleştiri olarak kullanmıyor. Tam tersine kibrin nihai noktaya ulaştığı bir an bu. Melez kızla konuşma, yani ona ‘romanını’ açma kararından vazgeçerek, kendi Tanrılığını onaylıyor. Tenezzül etmeyen bir sesle şöyle diyor: “Boş ver, dedi kendi kendine, Türkçe konuşarak, BOŞVER, DEĞMEZ.” Vahşilerle iletişimini kesen, kendi diline çark eden ve onların ‘bir şeyden anlamayacağını’ söyleyen kolonyalist bakış bu noktada uç noktaya çıkıyor. Özgür’ün bir ‘Batılı kibri parodisi,’ yani bir eleştirici aracı olarak yazılmış olmasını isterdim. Ama Özgür öldükten sonra söylenenler bunun böyle olmadığını gösteriyor.

Anlatıcı Özgür’ün ölü gözlerini şöyle tarif ediyor: “İlk ve son kez bir trajedi kahramanı olmanın, baş edilemez bir gerçekle teke tek karşılaşmanın şaşkınlığı içinde… Görkemli sıfatların, can alıcı imgelerin, gerçeğe en yakın sözcüklerin peşinde iri iri açılmıştı gözleri… Aslında tam da istediği gibi ölmüştü.” Keşke, diyorum, Özgür’ün bakışlarına görkemli sıfatlar arayan, gerçeği kendi tekelinde gören, kendi kahramanlığına kani, iştahlı bir mazoşizmle karışık bir azamet ve kibir değil de, başkalarının haline ve acısına bakabilen bir tevazu hâkim olabilseydi. O zaman kolonyalist ya da oryantalist bir bakışla değil, gören ve anlayan bir bakışla karşı karşıya olabilirdik. İnsanları kendi trajedisinin malzemesi yapmayıp, onların trajedilerini görebilen ve onlara da ‘varlıklarını’ bahşedebilen bir bakışla.

1.4.2013
TURKISH
Ahmet Ergenç, İzafi


 

News&Reviews Biography Books Photos About     Contact Home Page
Design by medyanomi